TÜRKİYE'DE EMEK GÜCÜNÜN KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR ORHAN KEMAL'İN EKMEK KAVGASI ADLI KİTABI ÜZERİNDEN BİR BAKIŞ

GİRİŞ

    Türkiye’de 1930’lardan itibaren devlet eliyle milli sanayi ve milli burjuvazi yaratılmaya çalışılmıştır. Bu süreçle birlikte toplumda önce devlet eliyle para kapitalistler oluşturulmuş sonra bunlarında desteğiyle üretken kapitalistler meydana getirilmiştir. Böylece Türkiye’de yavaş yavaş sanayileşme süreci gerçekleşmeye başlamış ve insanlar yavaş yavaş kırdan kente göç etmeye bir başka ifadeyle tarım kesiminden tarım-dışı kesime geçmeye başlamışlardır. Bu süreçle birlikte toplumda 2 yeni kurum ve 2 yeni sınıf ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu sınıflar kapitalist sınıf ve işçi sınıfı veya senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı ‘Sürü’ filmindeki çocuk karakterin ifadesiyle çalışılan hâkim sınıflar ve çalışan emekçi sınıflardır. Ortaya çıkan kurumlar ise Mübeccel Kıray’ın ifadesiyle patronaj ve tampon mekanizmasıdır. Bu ifadeleri kısaca açıklayacak olursak; patronaj: karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan eşitsiz ilişki. Örneğin; iktidara yakın ve iktidarın olanaklarından yararlanabilen kişilerin veya partilerin seçmenlere iş bularak, devlet dairesinde halledilmesi gereken bir konuda yardım ederek, altyapı yatırımlarının gerçekleşmesini sağlayarak, gıda ve diğer malzeme yardımları yaparak veya başka hizmetler dağıtarak seçmenlerden siyasi destek sağlamaları çevresinde gelişen bir ilişkidir. Tampon mekanizmasına ise en iyi örnek gecekondu olarak verilebilir.

     Bu çalışmada Türkiye’de emek gücünün karşılaştığı sorunlar bazı dönemler itibariyle maddi yeniden üretim, sembolik yeniden üretim ve iktidarın yeniden üretimi kavramları çerçevesinde Orhan Kemal’in ekmek kavgası adlı kitabı üzerinden ve bazı videolardan yararlanılarak açıklanmaya çalışılacaktır.
  EMEK GÜCÜNÜN KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR    
 1) Açlık: Bu sorun 2. Dünya Savaşı sırasında Türk halkının yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan biridir. Türkiye’de bu dönemde neler olduğunu Korkut Boratav’ın sözleriyle aktarmaya çalışalım: ‘Türkiye 2. Dünya Savaşına girmedi; fakat cephelerde fiilen savaşmanın dışında savaş ekonomisinin koşullarını tüm ağırlığıyla yaşadı. 1930’lu yılların politikaları sonucu bir hayli daralmış bulunan ithalat iki yıl içerisinde yarı yarıya düştü. Yetişkin nüfusun büyük bir bölümünün askere alınması üretimde büyük düşmelere yol açtı ve örneğin savaş yıllarında buğday üretiminde %50’ye yaklaşan bir gerileme meydana geldi.’ Böyle bir durumda toplumdaki bazı kesimler açlık sorunuyla yüzleşmek zorunda kaldı. Bu sorunu çözmek isteyen insanların ne yaptığını ise Orhan Kemal’in ‘Ekmek Kavgası’ adlı kitabından alıntıladığımız bazı pasajlarla aktarmaya çalışalım: ‘ Sabah, öğle, akşam karavanlarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklar ile ihtiyar kocakarılar paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu uzaklaşırken erkek köpekler ‘sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişilerde peşlerinde tonton enikleriyle dolaşırlardı.’ Bir başka pasajda ise şöyle der yazar: ‘Bazen bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavga oluyordu. Dumanı Tüten yağlı bir kemik parçasını teneke kutusuna sokmaya uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir erkek köpek usulcacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor, kocakarı dönene kadar ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa dişsiz ağzıyla karanlık karanlık uluyordu: ‘Allah kahretsin emi! İki gözün kör olsun emi!’ Yahut bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından görülmüş oluyordu. Oğlan kocakarının değneğini çekiverince kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu. Kocakarı gene uluyordu: ‘Sürüm sürüm sürün emi! Allah belanı versin emi!’
Yukarıda alıntıladığımız pasajlardan da anlaşılacağı üzere toplumdaki bazı kesimler ikinci dünya savaşı sürecinde kendi maddi yeniden üretimlerini gerçekleştiremedikleri için açlık sorunuyla yüzleşmişlerdir. Peki, bu sorunu çözmek için ne yapılabilirdi? Bu sorunu çözmek için sembolik değerler dünyasına başvurulabilirdi. Fakat tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sanayileşme süreciyle birlikte sermaye sınıfı ile toplumdaki sınıfsal kesimleri denetleyen bir mekanizma olan Devlet mekanizması arasında ortaya çıkan çıkar çatışmaları sırasında bir başka deyişle iktidarın yeniden üretimi sürecinde yaşanan kavga nedeniyle birtakım kurumsal mekanizmaların yapısında bazı dönüşümler meydana geldiği gibi sembolik değerler dünyası da yeniden üretilmesi sürecinde bazı dönüşümlere maruz kalmıştır. Örneğin; bu süreçte ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ anlayışının yerini ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışı almıştır. Bu sebeplerden dolayı bizce bu sorunu çözmek mümkün gözükmemektedir.      
 2) Mülkiyet Hakkından Yoksunluk: Bu sorunda sanayi devrimiyle birlikte sanayileşmeyi gerçekleştiren bütün ülkelerde, 1930’lardan itibaren ise Türkiye’de emek sınıfının karşı karşıya kaldığı sorunlardan biridir. 1930’dan itibaren Türkiye’de devlet eliyle sanayileşme sürecinin başlamasıyla beraber insanlar kırdan kente göç etmeye başladılar. Fakat bu göç esnasında bazı sorunlarla karşılaştılar. Örneğin; Kırda kendi evlerinde yaşayan insanlar şehre göç ettiklerinde barınma problemiyle karşı karşıya geldiler. Yani; artık kendi mülkiyetlerinde olan bir evleri yoktu. Devlette bu soruna duyarsız kalınca insanlar kendi barınma problemlerini çözmek için devletle aralarına tampon mekanizması adını verdiğimiz ağlar örmeye başladılar. Hazine arazilerine bir gecede ‘gecekondu’ adı verilen yapılar inşa etmeye başladılar. Tabi mülkiyet hakkını sadece evle sınırlandıramayız. Bunun dışında bir arabanın mülkiyeti, bazı üretim araçlarının mülkiyeti vs’de mülkiyet haklarının kapsamı içine girer. Maalesef sanayi devrimiyle birlikte kapitalist sınıf kendi imalathanelerinde çalışacak emek gücünü meydana getirebilmek için birtakım yollarla kırsal kesimdeki küçük köylü üreticilerini topraklarından edip onları kendi mülklerinden uzaklaştırıp bir başka deyişle mülkiyet haklarını ellerinden alıp kente göç etmelerini sağlamışlardır. Böylece üretken kapitalistler kendi imalathanelerinde çalışacak bir emek sınıfı yarattıkları gibi aynı zamanda da toplum içinde kendi çıkarlarına ortak olacak ikinci bir güçlü sınıfın oluşmasını engellemişlerdir. Yani; toplumdaki tek iktidar sahiplerinin kendileri olmasını sağlamışlardır. Kente göç eden insanlar sürekli olarak bazı metaların mülkiyetini elde etmek için uğraşmışlardır. Bunun için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Bu yollardan biri de başrolünü Kemal Sunal’ın oynadığı ‘Köşeyi Dönen Adam’ filminden izleyebileceğimiz gibi kupon biriktirme yöntemidir. Türkiye’de bir dönem ücretli kesim hayalini kurduğu bazı metaların mülkiyetini elde edebilmek için kupon biriktirme çılgınlığına girmişti. Bu sayede kapitalist sınıf muazzam sermaye birikimleri gerçekleştirmişti fakat çalışan kesimin kuponlar yoluyla bazı metaların mülkiyetini edinmeye çalışmanın hayal olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Bu süreçte başvurulan bir diğer yöntemde piyango bileti almak oldu. Piyango biletinden çıkacak büyük ikramiyeyle kendi mülkiyet haklarını tesis etmenin hayalini kuruyorlardı. Gelin bu süreci yine Orhan Kemalden alıntıladığımız bir pasajla aktarmaya çalışalım: ‘ Adam eve neşeyle geldi. Pirelenen kadın ‘Hayrola,’ dedi. ‘Bu neşenin sebebi ne?’ Adam yalnız neşeli değil dalgındı da. Kadın sinirli bir sabırsızlıkla üsteledi: ‘ Sana söylüyorum!’ uykudan uyanırcasına baktı karısına. ‘Ne?’ ‘Bu neşenin sebebi?’ Adam, ‘Hiç’ dedi. ‘Nasıl hiç?’ Bunu da duymadı adam masaya geçti. Yemek hazırdı, başladılar. Kadın göz ucuyla adama bakıyor, her günün aksine neşesinden anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. Aklına bin türlü şey gelmiyor değildi. Her gün asık yüzüyle evine kambur kambur dönen adamda bugün değişik bir şeyler olmalıydı. Adam birden elindeki çatalı bırakıp iskemlesinde doğruldu. ‘Ah canına yandığımın…’ Karısına yemyeşil, pırıl pırıl gözlerle bakıyordu gülümseyerek. Konuşmuyor, ‘Ah canına yandığımın’ın ardını getirmiyordu. Sabrı taşan kadın sordu: ‘Ne var?’ ‘Ne oluyorsun?’ ‘Çok değil onbeş bine razıyım. Bir onbeş bin beni en az on yaş gençleştirebilirdi.’ Kadının yüreği oynadı. ‘ Ne onbeş bini?’ Bir piyango bileti aldım da…’ ‘Peki!’ Kadın ferahladı. ‘İlahi Necdet, bende sanmıştım ki…!’ Adam karısının ne sanmışlığı üzerinde durmadı. ‘Burada şu küçük, şu boktan memurluğumu tasfiye eder, tutardım İstanbul’un yolunu!’ Kadın şaştı. ‘Yani, İstanbul’da mı otururuz demek istiyorsun?’ ‘Elbette…’ ‘Ne yaparsın orada?’ ‘Ne yapmam ki? Küçük, güzel bir lokanta mesela…!
     Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere bir dönem Türkiye’de ücretli kesim mülkiyet haklarından yoksun kalmış, bunu tesis edebilmek için bazı yöntemlere başvurmuş fakat hayalini gerçekleştirememişti. Peki, bu sorun başka nasıl çözülebilirdi? Bu sorunu çözmenin başka bir yolu da üretken kapitalistin üretim sonucunda ortaya çıkan katma değerden bölüşüm esnasında emek gücünün payına düşen kısmı yani ücreti arttırmasıdır. Bir başka ifadeyle karşılığı ödenmemiş emek zamanın bir kısmını emek gücünün emeğinin karşılığı olan karşılığı ödenmiş emek zamanının üzerine transfer etmek yani aktarmaktır ki bu da mümkün gözükmemektedir. Çünkü kapitalist sınıf bu şekilde üretim süreci sonunda ortaya çıkan katma değerden bölüşüm esnasında kendi payına düşen miktar azalacağı için bunu kabul etmeyecektir. Bir başka nedende yine kapitalist sınıfın eğer işçi sınıfının ücretleri artarsa toplumda bizim karşımıza 2. bir güç olarak çıkacak diye düşünmesidir. Kısacası, işçi sınıfı hangi yönteme başvurursa başvursun tekrardan kendi mülkiyet hakkını tesis etmesi mümkün olmayacaktır.
      3) Dış Dünyayla Olan Bağlantılarının Kesilmesi: Bu sorunda sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan ve işçi sınıfının yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan biridir. Sanayi Devrimiyle birlikte üretken kapitalistler daha fazla sermaye birikimi gerçekleştirebilmek adına çalışanlarını daha uzun süre çalıştırmaya başladılar. Örneğin; normal bir çalışma süresi 8 saat iken üretken kapitalistler yanlarında çalışanları bölüşümden daha fazla pay alabilmek adına 16-17 saat gibi çok uzun süreler boyunca çalışmaya mecbur bıraktılar. Gününün 3/2 sini fabrikalarda, imalathanelerde çalışarak geçiren insanlar evlerine döndüklerinde yorgunluktan hiçbir şey yapmaya fırsat bulamıyorlar geriye kalan 3/1’lik kısmı da dinlenerek geçiriyorlardı. Böylece dış dünyayla bağlantıları kopuk, dünyada olup bitenden hiçbir şekilde haberi olmayan bir kesim ortaya çıkmış oluyordu.  Bu süreci en iyi açıklayan eserlerden biri Cem Karacanın ‘Maden Ocağı’ adlı parçasıdır. Yine Orhan Kemalden alıntıladığımız bir pasajla durumu biraz daha açıklığa kavuşturmaya çalışalım. ‘Cumartesiydi. Madeni eşya fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni 14 ile 16 yaş arasında erkek çocuklardı ki yirmi kadarı ‘pres’ makinalarında çalışıyordu. Üstleri başları param parçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve kalıpta olduklarından birbirlerine benziyorlardı… Fabrika ustası- kırk beşlik, zayıf, kısa boylu- başını kaşıyarak Baba Ferhat’ın yanına geldi. Baba Ferhat büyük mengenede preslerden birinin kamasını eğeliyor, ilerideki freze makinasının sesine sesini uydurmuş, bir Anadolu havası mırıldanıyordu. Haşlanmışa benzeyen yüzünden sızan ter yağ lekeleriyle karışıp boynuna, göğsüne oradan da aşağılara iniyordu. Ustabaşının kendisine baktığını fark edince işi bıraktı, doğruldu. ‘Ooof, of be!’ dedi. Ustabaşı gülerek Baba Ferhat’ın yanına geldi, bir şeyler konuştular, sonra ustabaşı, tamir odasının yanına gitti. Kapının sağ duvarındaki mermer levhada şalteri indirdi. Atölye çatısı altında dönen ana volan sarsılarak yavaşladı ve fabrika istop etti. Herkes paydos sanmıştı. Hâlbuki ustabaşı tornalardan birinin üstüne sıçradı, düdük öttürdü, işçiyi topladı. Nutuk söyler gibi ‘Bana bakın!’ diye bağırdı. Öğleden sonra iş var sabaha kadar çalışacağız belki de… İsteyen gidebilir, kalan çift yevmiye alacak… İsteyen gidebilir dedim, zorla değil.’     Yine yukarıda yaptığımız alıntıdan anlaşılacağı üzere emek gücünün kapitalistler tarafından daha uzun süreler çalıştırılmak suretiyle dış dünyayla olan bağlantıları kesilmiştir. Bu sorunu çözmek Dünyada ve Türkiye’de güçlü sendikal yapıların ve yasaların olmasıyla mümkün olabilirdi ki kapitalist sınıf bir toplumda bu türden yapıların oluşmasına asla müsaade etmeyecektir. Etse bile çalışan kesim toplumdaki ‘Yedek İşsizler Ordusu’nun varlığı nedeniyle bu tür kurumlara üye olmakta tereddüt göstereceği için yine bu sorun da çözüme kavuşturulamayan sorunlardan biri olarak kalacaktır.

    KAYNAKÇA
BORATAV, KORKUT: TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ (1908-2009)
KEMAL, ORHAN: EKMEK KAVGASI
PAMUK, ŞEVKET: TÜRKİYE'NİN 200 YILLIK İKTİSADİ TARİHİ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OSMANLI İKTİSADİ DÜNYA GÖRÜŞÜ VE TEMEL İLKELERİ

OSMANLI DEVLETİNDE ENFLASYON MESELESİ

AYAĞA KALK